(ANKARA) - Türkiye İşçi Partisi (TİP) İstanbul Milletvekili Ahmet Şık, "Adalet Bakanlığı bütçesinin 10 Aralık İnsan Hakları Günü'ne denk gelmesi ancak talihsiz bir tesadüf diye açıklanabilir. Çünkü temel hak ve özgürlükleri düzenleyen insan hakları kavramı neyi gerektiriyorsa Adalet Bakanı ve Bakanlığı bunun aksi davranış gösteren bir pozisyon takınıyor. Adalet Bakanlığı yurttaşların haklarına ulaşmasının önündeki en büyük engellerden biri haline gelmiş durumda" dedi.
TİP İstanbul Milletvekili Ahmet Şık, TBMM'de düzenlediği basın toplantısı ile Adalet Bakanlığı'nın bütçe görüşmelerine yönelik eleştirilerde bulundu.
Bütçe görüşmeleri sırasında basın toplantılarını daha sık yapacaklarını belirten Şık, "Meclis, yapısı itibariyle çoğulculuğa değil de çoğunlukçuluğa dayalı olduğu için ve Meclis iç tüzüğünün de antidemokratik yapısı nedeniyle grubu olmayan partilerin biliyorsunuz ki söz hakkı neredeyse yok" dedi. Bugüne kadar Meclis'te grubu olan muhalefet partilerinin dayanışmasıyla özellikle bütçe görüşmeleri sırasında kürsüden halkın sesini duyurmaya çalıştıklarını hatırlatan Ahmet Şık, CHP Genel Başkanı Özgür Özel'in konuya ilişkin sözlerine sitem etti ve "Artık kendilerinden herhangi bir söz talebimiz olmayacak. O yüzden de buradan basın toplantıları aracılığıyla sizlere sesimizi duyurmaya çalışıyoruz" diye konuştu.
'Muhalif herkesin sesinin kısılmasının, hapse konulmasının yolu açılmaya çalışılıyor'
Şık, Adalet Bakanlığı ile ilgili şunları söyledi:
"Bugün 10 Aralık İnsan Hakları Günü. Türkiye'de temel hak ve özgürlüklerin gaspı kesintisiz devam ediyor. Yaşam hakkına dönük ihlallerin yanı sıra sokak eylemlerinde, gözaltı merkezleri ve hapishanelerde işkence yaygın ve sistematik olarak sürmekte. Kadınlar bir cins kırımının mağduru olarak öldürülmeye devam ediyor. Sokak hayvanları yasal güvenceyle katlediliyor. Sendikal hakları için mücadele eden işçilerin işsiz bırakılması da önlenebilir nedenlerle gerçekleşen iş cinayetleri de cezasızlıkla ödüllendiriliyor. Avukat Selçuk Kozağaçlı ezilenenin, hakkı yenenin savunmasını üstlenmesi diyeti olarak hapiste. Sevgili Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve Osman Kavala İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi kararlarına, Hatay halkının iradesiyle seçtiği milletvekili Can Atalay ise Anayasa Mahkemesi'nin ihlal kararlarına rağmen halen hapiste tutuluyor. Kayyum atamalarıyla halk iradesi bir kez daha gasp ediliyor. Gazeteciler hapsedilmeye ya da haberleri nedeniyle yargı taciziyle karşılaşmaya devam ederken adına 'etki ajanlığı yasası' denilen bir düzenlemeyle saray iktidarına muhalif herkesin sesinin kısılmasının, hapse konulmasının yolu açılmaya çalışılıyor.
'Türkiye'nin değil hukuk, bir kanun devleti bile olmadığını söylemek yanlış bir tespit olmaz'
Türkiye'de yargıya dair pek çok şey söyleyebiliriz. Hepsi doğru ya da yanlış çıkabilir. Ancak Türkiye'nin değil hukuk, bir kanun devleti bile olmadığını söylemek yanlış bir tespit olmaz. Sıradan bir baskı aracı olarak örgütlenmiş bir yargı eliyle kurulu suç düzenine taraf olmayan herkes vatan, millet, bayrak, ezan söylemleriyle terörist ilan edildi. Yurttaşların insan olmaktan kaynaklı temel hak ve özgürlükleri ihtiyaca göre kolaylıkla yok sayılan bir teferruat seviyesine düşürüldü. Hukuk devletinin şartı sadece iktidar elinde tutanların değil de tüm yurttaşların kendini güvende hissetmesidir.
'Türkiye hiçbir zaman bir hukuk devleti olmamıştı'
Türkiye hiçbir zaman bir hukuk devleti olmamıştı. Ama son birkaç yıldır artık yasa devleti de değildir. Yasalara ve kurumlara dayanan bir devlet hiç değildir. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, siyasi iktidarın temsilcilerinin demagojisinden ibaret olan memlekette yargıya iktidara uyumlu hakim, savcı sınıfı egemen oldu. Sahip oldukları makam ve mevkileri liyakat da değil biat ile elde eden yargı bağımsızlığının hukuktan bağımsız olmak diye değerlendiren, masumiyet karinesini hukuktan mahrumiyet karinesine dönüştüren, emirle soruşturma dava açıp talimatla kararlar veren kuklalardan müteşekkil bir yargı içerisindeki hakim-savcı sistemi. Türkiye'de üzerlerinin taşıdıkları cübbelerin insan hayatından ve özgürlüğünden yapılmış olduğunu bilen ve asgari hukuk normlarını uygulayacak cesarete sahip yargı mensubu yok denecek kadar az.
Yargı böyle olunca da devlet kurumlarının tarikat cemaatlere teslim edildiği, lümpen çetelerin sokaklara salındığı, korunup kollanan mafyanın devletleştiği, Anayasa'nın tanınmayıp yasaların uygulanamaz hale geldiği, doğal kaynakların sermaye talanına peşkeş çekildiği, halkın birbirine düşman cephelere bölündüğü, para için bebeklerin bile öldürüldüğü, soyguncunun, talancının, vurguncunun korunup kollanırken hepimizin içinde çürüdüğü bir haysiyetsizlik rejimi memlekete egemen oldu. Ama Adalet Bakanı içinse her şey çok normalmiş gibi hayat devam ediyor.
'Yüksel Kocaman, Yargıtay Üyesi olarak görevine nasıl devam edebiliyor?'
Peki yargımızı kim karalıyor? O zaman kendisine birkaç soru soralım: Hukukun gereğini yapan hakim ve savcıları oradan oraya sürmekten başka, cemaat ve tarikatları yargıya yerleştirmekten başka, bu işin ehli hukukçuların sırf yandaş değiller diye mülakatlarda elemekten başka ne yaptınız Bakan Tunç? Yargıdaki yozlaşma, rüşvetle, yolsuzluk ağını yöneten cübbeli çeteler bizzat başsavcıların, hakim ve savcıların kaleme aldığı şikayet mektuplarıyla ortaya dökülüyor. Ayhan Bora Kaplan dosyasında eski Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman'ın mafyadan rüşvet aldığı İçişleri Bakanlığı'nın Teftiş Kurulu raporuyla ortaya çıkmışken, Yüksel Kocaman hem nasıl hala nasıl hem de Yargıtay Üyesi olarak görevine nasıl devam edebiliyor? Bunu lütfen açıklayınız."